2050 YILINA KADAR TÜRKİYE ÇÖLLEŞECEK
Ege Üniversitesi Çevre Sorunları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Nuri Azbar, “Türkiye, gittikçe çölleşen bir ülke.
03 Aralık 2016 Cumartesi 11:47
2050 YILINA KADAR TÜRKİYE ÇÖLLEŞECEK
Ege Üniversitesi Çevre Sorunları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Nuri Azbar, “Türkiye, gittikçe çölleşen bir ülke. 2050 yılının sonuna kadar kuraklıkla ilgili önlemler alınmazsa Türkiye, Akdeniz ülkeleri ve Afrika çölleşecek. İklim değişikliklerinde en çok göze çarpan ani yağışlar ve ani kuraklıklardır. Bir tarafta susuzluk varken diğer tarafta sel ve aşırı yağış problemi var. Bunlar iklim değişikliğinin getirdiği düzensizlik. Bol yağmur yağışını bereket gibi görmemek gerekiyor. 2016 Ekim ayı, son 9 asrın en kurak ayı olarak açıklandı. Bu, meteorolojide olağanüstü kuraklık olarak geçiyor. Türkiye’nin bu bağlamda; su ayak izini azaltması, özellikle tarımsal alanlarda suyun verimli, tasarruflu kullanması gerekiyor” diye konuştu.
Prof. Dr. Nuri Azbar, “Ekoloji, tarım, kuraklık; bunların hepsi küresel ısınma ile ilintili kavramlar. Bazı bilim insanları, bazı belli başlı büyük şirketlerin güdümüyle iklim değişikliklerinin normal bir süreç olduğunu, bunun normal ve genel bir döngü olduğunu söylüyorlar ama bu doğru değil. Bunun taraflı bir bilgi olduğu diğer bilim insanları tarafından ispatlandı. İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde Birleşmiş Milletler bunun tanımını yaptı. ‘Karşılaştırılabilir zaman dilimlerinde gözlenen, doğal iklim değişikliğine ek olarak ortaya çıkan zararlı iklim değişiklikleridir’. İklim değişikliği denince ilk aklımıza gelen gaz, sera gazlarından karbondioksit. Karbondioksite göre 300, 400 misli daha yüksek etki faktörü olan gazlar olmakla beraber fosil yakıtlar başta olmak üzere yanan her şey karbondioksite dönüştüğünden en çok karbondioksit gündemde. Karbondioksit atmosferde biriken, 40-50 yıllık ömrü olan bir gaz. Sera gibi çalışıyor, güneş ışığını sera gibi hapsedip yerkürenin ısınmasına neden oluyor. Bu ısınma son 50 yıl içerisinde 0.8 derece artış yaşadı. Hızlı endüstrileşme ve ulaştırma sektörü bunun yüzde 30’undan sorumlu. Bilimsel veriler bazı bilim insanlarının iddia ettiği geleneksel, rutin sıcaklık salınımlarından sapmalar olduğunu ve artış yönünde bir eğilim olduğunu göstermektedir. Önlem alınmaz ise bu artış önümüzdeki yüzyıl içerisinde 6 derece olarak öngörülüyor. Eğer insanlar bu şekilde geleneksel, konvansiyonel yaşamına, konforuna devam ederlerse bu 6 dereceye yüzyılın sonunda ulaşılacağı, bu bağlamda da bazı ülkelerin su altında kalacağı bazı ülkelerin de çölleşeceği öngörülüyor” diye konuştu.
KARADENİZ BÖLGESİ’NDE TARLALAR YOK OLUYOR
Türkiye’nin gittikçe çölleştiğini söyleyen Prof. Dr. Azbar, “2050’nin sonuna kadar kuraklıkla ilgili önlemler alınmazsa Türkiye, Akdeniz ülkeleri ve Afrika çölleşecek. Aslında burada yola çıkmış hızlı bir trenden bahsediyoruz. Hız almış yük treninin frenine basıldığında bile en az 3-5 kilometre sonra durduğunu göz önüne aldığımızda bugün önlemler alınsa bile bu küresel ısınma treninin çok zor duracağından, yavaşlayacağından bahsediliyor. Türkiye gerçekten de bu bağlamda zor bir durumda. Hatta Dünya iklim ve ekonomi raporlarına bakarsak çok ciddi veriler var. Suriye’den başlayan, 1998 yılında ilk defa ciddi anlamda tespit edilmeye başlanan çok büyük kuraklıklar var. Bu iklim değişikliklerinde en çok göze çarpan ani yağışlar ve ani kuraklıklardır. Bir tarafta susuzluk varken diğer tarafta sel ve aşırı yağış problemi var. Bunlar iklim değişikliğinin getirdiği düzensizlik. Bol yağmur yağışını bereket gibi görmemek gerekiyor. Bildiğiniz gibi Karadeniz Bölgesi’nde tarlalar yok oluyor. Bunlar tamamen iklim değişikliğine bağlı etkilerdir. Türkiye bir taraftan ciddi kuraklıklara da sahne oluyor. 2016 Ekim ayı, son 9 asrın en kurak ayı olarak açıklandı. 81 ilin 73’ünde yüzde 75 daha az yağış alınmış. Bu, meteorolojide olağanüstü kuraklık olarak geçiyor. Bu da bir sinyaldir. Bunlar, 2050 yılı gibi çok yakın zaman içerisinde Türkiye’nin başına bela olabilecek konular. Türkiye’nin bu bağlamda; su ayak izini azaltması, özellikle tarımsal alanlarda suyu verimli, tasarruflu kullanması gerekiyor. Tarım ve Enerji Bakanlığı bazı adımlar atıyor fakat bu adımların çok daha süratli atılması gerekiyor” dedi.
YENİ TREND DAMLA SULAMA
Prof. Dr. Azbar, “Sulama yöntemlerine baktığımız zaman hep bol akan sulardan bahsediliyoruz fakat yeni trendler, teknolojiler artık damla sulamayı işaret ediyor. Yani suyun verimli kullanılmasına yönelik adımlar, çalışmalar var. Tarım Bakanlığı da bu konuda çalışmalar yapıyor. Gelenekselden damla sulamaya geçilmesi noktasında çiftçileri eğitmeye çalışıyorlar. Damla sulama ile bin misli daha az su kullanılıyor ve daha verimli tarımsal ürün elde edilebiliyor.
Barajların da kendilerine göre sakıncaları var. Baraj dediğimiz zaman oradaki ormanları, yerleşim alanlarını su altında bırakıyorsunuz. Baraj kurmak; tarımsal açıdan, suyu tutma açısından avantajlı görülebilir ama zaman içerisinde görüldü ki gereğinden fazla yapılan barajların da ekolojik anlamda zararları var. Köyler sular altında kalıyor, Karadeniz’de birçok bölge bunun sonucunda susuz kaldı. Su tutmak üzere yapılan barajlar aslında çiftçileri olumsuz yönde etkiledi. Bu faaliyetin yapılacağı bölgenin kriter ve kültürlerini dikkate almak gerekiyor. Bu anlamda ekolojik raporların, çevresel etki değerlendirme raporlarının gerçekten ciddiye alınarak yapılması gerekiyor” diye konuştu.
İSALE HATLARINDAKİ SU KAÇAKLARI BÜYÜK SORUN
Türkiye’de isale hatlarında çok yüksek oranlarda su kaçaklarının olduğunu ifade eden Prof. Dr. Azbar, “Bunun haricinde kente bağlanan şebeke hatları var. Bu hatlar tüm mahalle ve kasabalara kadar giden hatlar. Genellikle eski, kaçak oranı yüksek boru hatlarından oluşuyor. Yeni yapılarda ise basınca bağlı olarak gerek hat gerekse bağlantılar boyunca ciddi anlamda su kaçakları var. Bu sadece bize özgü bir konu değil. Avrupa’da bu tür sıkıntılar var ama su kaçağı oranı bizde yüzde 50 iken bu oran onlarda yüzde 15-20 civarında. Bu sorunun çözülebilmesi için de kaçak gözlemlerinin bilgisayarlı ortamlarda sürekli yapılması, daha sağlam malzemelerin kullanılması ve konuya ciddi bütçelerin ayırılması gerekiyor. Örneğin İzmir kentinde de 10-15 sene öncesine kadar su kaçağı ciddi bir sorundu. İzmir Büyükşehir Belediyesi İZSU kapsamında elektronik sistemlerle kaçak izleme takip programları kuruldu ve İZSU bu kaçağı önemli oranda azalttı. Hem bağlantı noktalarının sık kontrolü hem de eskiyen boru hatlarının değiştirilmesi, belediyelerin buna bütçe ayırması gerekiyor. Su, milli bir servet ve bunu sokağa döküyoruz. Kuraklık var ve bu yüzden her damla suyun kıymeti var” dedi.
EV HANIMLARINA ÖNEMLİ GÖREV DÜŞÜYOR
Kuraklık atışı ile beraber deniz suyunu arıtma yönteminin sıkça gündeme geldiğini söyleyen Prof. Dr. Azbar, “Bilim insanları; İsrail’e ve Arap ülkelerine, Dubai iklimine bakarsak Türkiye’nin geleceğini görebileceğimizden bahsediyorlar. Anadolu’nun kuraklaşacağı öngörülüyor ki şu anda bunu yaşamaya başladık. Kuraklık söz konusu olduğunda hep ters ozmoz dediğimiz membran teknolojisiyle deniz suyu arıtma fikri ortaya çıkıyor. Membranlar, bir çeşit seçici zar gibidir. Bu sistemde su geçer ve tuz geride bırakılır. Yüksek oranda basınç ile suyu geçirebilmek için enerji yoğunluğu gerekir. Bu işlem mümkün olmasına rağmen sadece içme suyu temin edilebilir. Bu suyu sulama ya da ev içi ihtiyaçlar için kullanmak oldukça maliyetli hale gelebilir çünkü bunlar suyun az üretilebildiği enerji yoğunluğu yüksek ve pahalı sistemlerdir. Daha yüksek debilerde bu suları elde etmeye çalışırsanız yatırımlarınız yükselmeye başlar ve bu sefer de enerji maliyetleri önemli oranda artar. Her eve bu sistemlerden konulduğunu düşündüğünüzde yüksek basınçlarda su süzmeye başlanacak ve başka çevresel sorunlar da ortaya çıkacaktır. Bu membranlar suyu süzdükten sonra geride tuz bırakırlar. Bu tuzun bertaraf edilmesi de önemli bir sorun. Denize tekrar tuzun deşarj edilmesi çözüm gibi gözükse de deniz ortamında mikro ölçekte ortaya çıkan yoğun tuz bölgeleri söz konusu bölgenin ekolojik yaşamına zarar verebilmektedir. O yüzden mümkün olduğu kadar su tasarrufu, suyun verimli ve bilinçli kullanılması, daha bilinçli tarım ve yeşilin korunması en basit ve kalıcı çözümlerdir. Sanayide özellikle şu anda her bir bireyin ve kurumun yapabileceği çok fazla şey var. Eğitim gerçekten şart. Biz özellikle çevre merkezimizde ev hanımlarına ulaşmayı, onları birçok konuda eğitmeyi istiyoruz. Çünkü ev hanımları toplumumuzda eğitimin omurgasını oluşturan bireyler. Ailelerin, çocuklar üzerinde büyük etkileri var. Hem atıklar hem su kullanımı konusunda ailede çocuk eğitilirse o da ileride ebeveyn olduğunda sürdürülebilirliği sağlayacaktır” dedi.
HAMBURGERİN ÇEVRESEL BASKISI OTOMOBİLLERE GÖRE DAHA FAZLA
Prof. Dr. Nuri Azbar, “Çevreci firmalar var. Bunu belgeliyorlar ve piyasada bu şekilde yer almaya çalışıyorlar. Çevreci bir süreçten üretimi sağlayıp hedef kitlede de çevreci tüketicileri hedefliyorlar. Piyasa da onların daha rahat satış yapmasını sağlıyor. Kazan-kazan ilkesi ile hem onlar hem de yerküre kazanıyor. Eski ABD Başkanı Barack Obama bilimsel bir dergiye açıklamada bulunmuştu. Mars’a yolculuğu ilan etti. 2030 yılına kadar Mars’a güvenli yolculuk yapılabileceğini söyledi. Bunun altında yatan çok manidar sebepler var. Bu, bazı ulusların yerküreden ümidini kestiğinin ve başka yerleşim kolonileri arayışında olduğu anlamına geliyor. Şu anki trend, gerçekten yerküreye saygılı, sürdürülebilir kaynak kullanımına dayalı yaşamaya karar verilmezse -ki şu anda 2.3 dünya varmış gibi tüketiyoruz- korkunç bir geleceği işaret ediyor. Bugün bir çok sanayi üretiminin ve hizmetinin çevresel baskılarının hesaplanmasında “Yaşam Döngüsü Analizi” tekniği yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu yaklaşımda, tüm ürün ve hizmetlerin yaşam döngüsü içerisinde çevreye olan baskılarını hesaplandıktan sonra, bunu çevre dostu diğer bir alternatifle karşılaştırabiliyorsunuz. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, yaşam döngüsü analizlerinde hamburgerin çevresel baskısı otomobillere göre daha fazla çıkmaktadır. Yani hiç ummadığınız, insanoğlunun gündelik bir alışkanlığı “fast food” kültürünün çevresel baskısı daha fazla. Milyonlarca insana hamburger için et sağlayabilmek adına hayvancılık sektörünüzü geliştirmeniz gerekiyor. Bununla birlikte yem sektörünü, gübre sanayini, kimya sektörünü… Bununla birlikte organik gübreden uzaklaşıp petrokimyaya dönüyorsunuz ve bunlar silsile halinde topyekûn iklim değişikliği olarak karşınıza çıkmaya başlıyor. Dolayısıyla sorunun kaynağında aslında yine biz ve sorumsuz, sürdürülebilir olmayan yaşam alışkanlıklarımız var” diye konuştu.
KÜLTÜR VE EĞİTİM
Nüfusu arttırmaya yönelik politikaları benimsemek yerine sürdürülebilir nüfus planlaması yapmak ve sağlıklı yaşayabilecek bireylere sahip olmanın en doğru yöntem olduğunu ifade eden Prof. Dr. Azbar, “Bu konuda da kültür ve eğitim son derece önemli. Bireyin kendisinin yerine getireceği sorumluluklar da her zaman olacak. Artık ekolojik evler; makalelerden, sempozyumlardan, kongrelerden çıkarak gerçek yaşamda görülmeye başlandı. Kuraklığın sebep olduğu su tasarrufu anlayışı hayatımıza girmeye başladı. Gri su dediğimiz bir kavram var. Evlerde banyo ve lavabolardan, mutfaktan -tuvalet hariç- alınan sular bunlar. Evin içerisinde iki hat var. Birisi kontamine olmuş –yani kirli- diğerleri ise mutfaktan gelen sular gibi organik kirliliği olan sular. Bunları ayrı ayrı toplayıp hatta çatılardaki yağmur sularını da alıp basit bir arıtmayla tekrar kullanılabilecek hale getirebiliriz. Tuvaletlerde sifon için önceden kullanılmış, atık, siyah sular tekrar kullanılabilir. Bu yöntemlerle yüzde 50 su tasarrufu sağlanabilir diyerek yeni yapılaşmalardan bahsediliyor. Örneğin Almanya’da çift şebekeden bahsetmek mümkün. Kanalizasyon ve yağmur suyu şebekesi var. Bizde maalesef bu sistemler birleşik. Ayrı tasarlanır ama birleşik çalıştırılır bu da büyük bir sorun. Ayrı olması demek yağmur suyuna ayrı kanalizasyona ayrı şebeke döşenmesi demek. Tabi bunun gereği olarak karşınıza hemen mali bir bileşen çıkıyor. Vizyoner tasarımlara ihtiyacımız var. Paris’e gittiğinizde alt şebeke olarak başka bir Paris’ten daha söz edebiliriz. Paris’te, insanlar kanalizasyon şebekesinde teknelerle gezebiliyor. Bu yüz yıl önce düşünülmüş, tasarlanmış . Bizde maalesef günü kurtarma yaklaşımı var. Yapalım, 3-5 sene idare etsin diyoruz. Hatta 30 sene idare etsin dersek bu bile yanlış. İnsanlar bu sistemleri 100 yıllık yapmışlar. İngiltere’ye, Rusya’ya bakalım, örneğin bir metroyu bile İzmir’de biz daha yeni konuşuyoruz. Yeni yapılıyor ve hala da bitmiş değil. Dolayısıyla su anlamında şebeke anlamında baktığımız zaman her bir damla suyu tasarruf etme zorunluluğumuz var” dedi.
DAMLAYA DAMLAYA GÖL OLUR
Artık su konusunun lüks olmaktan çıktığını vurgulayan Prof. Dr. Nuri Azbar, “Dünya bazında baktığımızda da bizim için son derece erişilebilir, güncel olan suya birçok insanın erişebilirliği yok. Bu, büyük bir utanç tablosudur. Başkalarının da yaşadığı şartları düşünerek vicdanla yaşamamız lazım. Sabah-akşam duş alıyoruz, arabamızı yıkıyoruz, hoyratça bahçemizi suluyoruz ta ki nereye kadar? Biz susuz kalıncaya kadar. İlkokulda öğretilen dişimizi fırçalarken suyu açık bırakmamalıyız kuralı bile kulağa komik gelir ama son derece doğru bir yaklaşım. Damlaya damlaya göl olur misali, herkes üzerine düşen görevi yaparsa, sorumlu bireyler yetişirse, su bilinçli kullanılırsa kuraklığa çözüm hep birlikte bulunulabilir” diye konuştu. Mehmet Beşir Şan-Özlem Ateş İZMİR (Ege Ajans)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.