03 Aralık 2024
  • İstanbul10°C
  • Ankara5°C

HAYATIN TADI, TUZDAN GELİR

Cevat Yıldırım

16 Kasım 2016 Çarşamba 08:39

ALİAĞA VE ÇEVRESİNDEN ÖYKÜLER -1-

Cevat Yıldırım / Ege Hakimiyet Gazetesi

On dört yaşıma bastığım yılın sekizinci ayının tam ortasıydı. Eşeklere binip nahiyenin yolunu tuttuk. Önce Kocaçeşme mevkiine indik. Amcaoğlu İbrahim, Hatip Çayırı tarafından gidelim, çay kıyısı serin olur, dedi. Hayvanların başını kuzeye çevirdik. Eski Bergama- İzmir yoluna girdik. Yolun bazı yerleri Milat öncesi yıllardan kalma taş döşemeydi. Küçük derecikler üzerinde bazalt taşından uzun dikdörtgen prizmalar köprü olarak yatırılmıştı. Yıllar sonra onların lahit kapakları olduğunu öğrendim.  

Güzelhisar çayı civarında pamuk, kavun ve karpuz tarlaları yeşile bürünmüş halleriyle seyredenlerin yüreğine bir ferahlık veriyordu. Amcaoğlu en yakın karpuz tarlasından iki karpuz koparmamı istedi. Ben hayır deyince o işi kendi yaptı. Bir büyük, bir küçük karpuzu heybesine katıverdi. Bana dönüp;  

—Göz hakkı, dedi. Bu hak meselesini hiçbir zaman kavrayamadım.

Çanakkale-İzmir asfaltına doğru binitlerimizi “deaah” diyerek sürdük.

O yıllarda karayolundan geçen motorlu taşıtlar pek fazla değildi. Şabadan mevkiindeki kuyudan kova ile su çekip hayvanlarımızı suladık. Elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra dümdüz yoldan karşı taraftaki arazilere geçtik. Yoldan da rahatlıkla seçilen tepeciğin güney tarafına dönüp eşeklerden aşağı atladık. Tepe ile düzlük arasında otlu görünen kısımlara, kazık çakarak hayvanları bağladık.  Batı ve güney yönde alabildiğine büyük beyazlık uzanıyordu. Amcaoğlu; “Burası tuzla. Aliağa’nın tuzlası. İşe başlamadan önce karpuz yiyelim, içimiz serinlesin” dedi. Heybeden karpuzla birlikte bir bağ testeresi çıkardı. Önce karpuzun başından dairemsi bir bölümü kesip yana koydu. Sonra testere ile karpuzu; iki yarım dünya haline getirdi. Yarımın bir bölümünü dört dilime ayırdı. Bir parçasını bana uzattı.

—Teşekkür ederim.

—Bir şey değil.  İyi ki koparmışız. Hararetimizi giderdik.

Karpuzu kemirirken beyazlığa bakarak, “Tuzları buradan elimizle toplayıp çuvallara dolduracağız. Sen şimdi bu karpuz kabuklarını eşeklerin önüne at” dediğinde büyüğümü dinledim. Eşeklerin iç organları ferahlasa da, hayvanlar bana bir şey söylemediler. Katır kutur kabukları dişlediler.  Tuzlar bizi çağırıyordu. Evden getirdiğim bakır çanağı ve çuvalın birini elime alıp, ileriye doğru adımlarımı sıkıladım.    

Bizim amcaoğlu daha önce buraya birkaç kez geldiği için, nasıl tuz toplanacağını iyi biliyordu. O, işe girişince gözlemledim. Onun yaptığına benzer şekilde çalışmaya başladım. Elimin yan tarafıyla birbirine kenetlenen tuz tabakalarına vurarak, onların yerden kopmalarını sağlıyordum. Fazla derine gitmeden iki santimetre kalınlığında el büyüklüğünde tuz parçalarını, bazı bütün, bazı kırarak çanağa doldurdum. Çanaktakileri çuvala boşalttım. Tuz, taneleri mercimek gibi olduğu gibi, fındık büyüklüğünde de olanları var. Kimisi tek olarak duruyor, kimileri de tabaka halinde yapışık. Yerden sökülen tuz tabakaları yarım kitap büyüklüğünde olduğu gibi, daha küçük de oluyor. Önemli olan toplanan tuzların çamur ve toprağa bulanmadan sökülmesidir. Bir saat içinde çuvalın birini yarıdan fazla doldurdum. Amcaoğlu benden hızlı çalışıyordu.. Fakat acemi olduğum halde, ondan geri kalmadım. İki çuvaldan birinin büyük kısmı dolunca etrafa baktım. Deniz kenarında birkaç adam gördüm. Onlardan yana yürüdüm. Kumların içinde iki adam boylu boyunca uzanmıştı. Yalnız başları dışarıdaydı. Biri genç, biri orta yaşlarda iki kişi yerde yatanların üstüne kum yığıyorlardı. “Ne yaptıklarını sordum” Orta yaşlı olanı;     

—Bu arkadaşların romatizmaları azmış. Kumun içine gömüyoruz. Sıcak kumların etkisiyle rahatsızlıkları belki iyi olur, dediler. Acaba bu yöntem doğru muydu? Akrabam da beni görerek geldi. Su kenarında biraz yürüdük.

Beş-on dakikalık moladan sonra iş başına döndük. Çukur yerlerde tuzlar daha fazla birikmişti. Oralardaki tuzlar daha temiz çıkıyordu. Yarım saat içinde ikinci çuvalların çeyrek bölümünü de doldurduk. Birinci çuvalı yerden kaldırdım. Tuz oldukça ağırdı. Benim eşek bu çuvalları zor taşırdı. Fakat toplamayı sürdürdük. Az sonra bizim köylü elli yaşlarında görünen üç adam geldi. İçlerinden bir tanesi birkaç avuç tuz toplayıp, benim çuvalın içine attı. Bana;  

—Delikanlı çuvalları yarıdan fazla doldurma. Senin eşeğin bunları taşıyamaz. Tuz ağır olur.  Bana yardım edene; burada ne yaptıklarını sordum. Onun yerine yan tarafta duran bıyıklı cevap verdi.  

– Hamit Ağa’yı kuma gömdük. Hastalıktan kurtulursa arazide daha iyi çapa sallayacak.

İş sürerken kamptan gençten bir adam geldi. Bizimkileri selamladı. Bir dergide okuduğunu söylediği sözleri şu şekilde sıraladı. “Aliağa çiftliğindeki bu tuzlaya Güzelhisar-ı Menemen tuzlası denirmiş. Buradan yılda üç buçuk-dört milyon kg. tuz çıkarılırmış.(*) Toplanan tuzlar da buradan Manisa’ya götürülürmüş. Bizim köylü Hakkı Amca atıldı. “Benim çocukluğumda buraya hala hükümet karışırdı” Genç adam:  

—Kırklı yıllar gelmeden önce burası ihaleye vermekten vazgeçildi. Şimdi halk serbestçe kendine topluyor. Bizim Mehmet Amcaya sordum.  

– Bu sarışın genç kimdir?

Mehmet Amca;  

— O mu? Manisalı bir gazeteci. 4/K kampı ile ilgili bir röportaj yapmak için buralara gelmiş.

Biz çalışmaları aralıksız sürdürdük. İkindi öncesi çuvalları doldurduk. Ben bir-iki çanak tuz alıp, çuvaldan dışarı attım. Amcaoğlu ikinci karpuzu da kesti. Yanına katıklarımızı da koyduk. Karnımızı güzelce doyurduk. Yer sofrasından kalkıp, yüzümü batı tarafa çevirdim. Bize yakın olan kısımlar bembeyaz tuz tarlasıydı. Daha ilerde birkaç kilometre uzanan kara kumlar tuzla ile tamamen tezattaydı. Kara beneklerden sonra uçsuz bucaksız mavilikler gözleyenlere âlemlerin sonsuzluğunu hissettiriyordu.  

Birbirimize yardım ederek topladığımız tuzları hayvanlara yükledik. Amcaoğlunun eşeği kuvvetliydi. Hayvanın boynundan tutup bir sıçrayışta semerin ortasına oturdu. Binitini güney taraftaki deniz istikametine sürdü. Eşeğimi onun arkasından sürdüm. Sıcak kumların içinden koşarcasına yüklü hayvanın arkasından yürüyorum. Başımı kaldırdım ne göreyim. Deniz kenarında beş-altı kişi var. İkisi havluya uzanmış. İki kişi sandalyeye oturmuş sohbet ediyor. Denizde yüzen iki kişinin başı görünüyor. – A, a, a o ne amcaoğlunun eşeği yerde yatanları çiğneyecek!  Arkasından seslenecektim. Sert manevra ile eşeğin başını solda uzanan araba izine doğru çevirdi. Ben de oturan ve yatan insanların sekiz-on metre uzağındaki araba izinden geçtim. Orada bulunan, deniz banyosu alanların hiçbiri bu yörenin insanına benzemiyordu. Fakat göz ucuyla deniz kıyısındaki kişilere baktım. Yerde yatanlardan biri ile oturanların biri genç kızdı. Havluya uzanan kızın yuvarlak kalçaları eşsiz güzellikteydi. Oturan sarışın, yeşil mayoluydu. Diğer ikisi elli yaş civarında görünen kadınlardı. Suda yüzenler kızların babaları olmalıydı. Asfalta yakın amcaoğlu eşekten inmiş beni bekliyordu. Yanına vardığımda;  

—    Amcaoğlu sen ne yaptın öyle?

—    Biraz korksunlar istedim. Babaları olmasa biraz daha heyecanlandıracaktım. Yerde yatan lokum gibiydi.  

—    Bize ne tanımadığımız kızlardan?

—    Amcaoğlu yerdeki kıza bir sarılsaydım, başka bir şey istemezdim.

—    Amcaoğlu şimdi ayıp ettin.

Amcaoğlu mırıldanarak eşeğine yine bindi. Hayvanın başını iskele tarafına çevirdi.

Ben de onun arkasından nahiye merkezine doğru eşeğime “deaah” deyip yürüdüm. Çıkış yaptığımız yöne baktığımda öküz arabası içinde tuz çuvalları ile üç kadın bir erkek vardı. Sanırım kuzeydeki köylerin birinden gelmişlerdi. Deniz banyosu alan erkek ve kadınların İzmirli Musevi vatandaşlarımız olduğunu ancak yetmişli yıllarda öğrendim. Köye gelişimiz bir buçuk saat kadar sürdü.

Ninem tuzları düz toprak dam üzerine serdi. Üç gün kuruduktan sonra aşağıya indirdik. Evde hayat adını verdiğimiz yarı açık mekân, yaz aylarında serin olurdu. Ninem kilerden yuvarlak bulgur ezme taşlarını çıkardı. Yere temizce bir kilim serdi. Üzerine sofra örtüsüne benzer bir bezi yaydı. Dişlenmiş beyaz küfeki taşlarını bezin üzerine koydu. Bakır leğenin içine doldurduğu tuzları oturduğu yerin yanına getirdi. Leğenden bir tas tuz alıp taşın ortasındaki çukura doldurdu. Taşın uygun yerine takılmış ağaç sapı çevirmeye başladı. Çevirdikçe delikteki tuzlar alttaki taşın üstüne düşüyordu. İşlem sürdükçe tuzlar belli bir büyüklüğe erişiyor, çoğu temiz bezin üstüne düşüyordu. Yengem genç olduğu için işi ele aldı. O, taşı daha kolaylıkla çeviriyordu. Taşların arası fazla dolunca yengem üsttekini ayırıyor, alttaki taşın üzerinde kalanları bezin üzerine döküyordu. Biraz sonra Sabriye teyze çıka geldi.

—Komşular bereketli olsun.  

—Sağ ol, dedi Emine yenge.   

Sabriye teyze biraz seyrettikten sonra, Emine gelin;

—Ver, biraz da ben çevireyim.  Arkasından ekledi. “Değirmen iki taştan, muhabbet iki baştan” Nineme dönerek;

—Hanım teyze sen de iki sohbet et, dedi.   Ninem kendi gençliğine döndü.

Annesinin av etlerini nasıl tuzladığını, Sipil’deki dayısının koyunlara nasıl tuz yalattığı anlattı. Tuzun; salçada, turşuda, diğer gıdalarda nasıl ve niçin kullanıldığını açıklayan güzel sözler etti. Emine gelin oğlunun getirdiği tuzların bir kısmını akmaması için toprak damın üzerine attıklarını söyledi.

Ninemin sohbeti bitmeden Safiye nine çomağına dayanarak kapıdan içeri girdi. Hayatta oturanları selamladı. Herkes onula hoş-beş etti. Sonra güzel kelam etti;

—Hayatın tadı, tuzdan gelir. Ninem torunu Gülten’i çağırdı. Beş tas tuz doldurdu. Sonra;

—Kızım bu tuzları ocağa gidemeyecek yalnız yaşayan komşulara ver.  

(*) Aliağa tuzlası 1882 yılından sonra Foça ilçesindeki Düyun-ı Umumiye şubesinin merkezine bağlandı. XIX. Yüzyıl sonunda Aliağa Tuzlasının yıllık üretimi 3,5 milyon kg.dı. Aydın Vilayeti Salname ve İstatistiklerinde Foçateyn Kazası. Dr. Erkan Serçe,  ( Foça üzerine yazılar,  s. 22,)

 

 

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.